EDİTÖRDEN
Anasayfa / SÖYLEŞİLER / Mehmet Akbaş

Mehmet Akbaş

Yeni bir soluk, yeni bir yorum, yeni bir ezgi getiriyorsunuz yüreklere. Peki sizin için avangart Kürt müziğinin asi sesi diyebilir miyiz?

Böyle bir misyon yüklemek zor bir şey zira sadece Kürtçe müzik yapmak bile asilik olarak görülüyor zaten, Kürtlerin varlığını kabul etmeyenler için. Müziğimi yaparken ben sadece asilik olsun diye yapmıyorum, nasıl bir dünya düşlüyorsam, neyi yaşıyorsam kendi yazdığım şarkılarda da bunu dile getiriyorum, doğal olarak da bu alternatif bir söylem yaratıyor.

Ve Mezopotamya. Dağ kültürü ve ova  kültürü içinde yaşayan Kürtlerin müzikleri hep farklıdır. Dağlık bölgelerde daha sert ve üflemeli enstrümanlar hakim iken, ova Kürtlerinde daha sakin bir ruh hali ve telli enstrümanlar var öyle değil mi?

Sonuçta Kürt coğrafyası geniş bir coğrafya ve ben Zazayım, bizim bulunduğumuz coğrafyada enstrüman kültürü çok yaygın değildi ve vokale dayalı müzikler ya da ağıtlar veyahut kahramanlık, iş ve dans şarkıları ağır basıyordu, zaten bunlar günlük hayatın bir parçası olan müziklerdi, sahnede icra edilmiyordu. Benim takip ettiğim yola gelince, elbette bunlar benim köklerim, sırtımı yasladığım bir ağaç ama sadece o müzik formlarına takılıp kalmak ne beni ne de Kürt müziğini geliştirir diye düşünüyorum. Dolayısıyla çocukluğumdan beri radyolarda kimi dinledimse, TV’lerde kimi izledimse onlardan da etkilendim.  Profesyonel olarak Kürt müziği icra etmem ve tanışmam sonradan oldu zaten. Ben çok arar, bulur, dinlerim; bu benim çocukluğumdan beri en büyük alışkanlığım. Kulağımda, belleğimde ne biriktirdimse onlar etkili oldu müziğimde, şekillenmem böyle oldu.

Mehmet Akbaş
Biraz başa dönmemiz gerekirse bir hayaliniz hep var o da şarkı söylemek. Üniversite yıllarında başlıyorsunuz ilk adımları atmaya ve sonra İstanbul’a geliyorsunuz, Vengê Sodirî isimli grupla çalışmalara başlıyorsunuz, bu ekiple albümden konserlere bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Nasıl bir deneyim ya da heyecan katıyor size bu birliktelik

Üniversite yıllarında Afyon’da ev arkadaşlarımla amatör olarak çalıştığımız bir grupla başladı yolculuğum. Hatta ilk sahne deneyimimi yine orada, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin açılışında vermiştik. Daha sonra İstanbul’a geldim ve burada çalışmaya başladım. Elbette imkanlar bir anda karşıma çıkmadı, tek başınaydım tamamen. İlgimi çeken bir çok yer vardı bu işin eğitimini almak adına ama o süreçte bir adım atamadım. Daha sonra beni üniversite yıllarımdan tanıyan bir arkadaşım aracılığı ile Mezopotamya Kültür Merkezi’ne geldim ve Vengê Sodirî ile tanıştım. Birlikte konserlerimiz başladı ve hatta Metin Kemal Kahraman’ın prodüktörlüğünde 2001 yılında Wayîr adlı bir de albüm yayınladık. Sonuç olarak, profesyonel anlamda müzik yapmaya Vengê Sodirî ile başladım, benim için anlamı büyük.

Ekiple birlikteyken de bir solo kariyer yapma hayaliniz var ama ve tam da burada yolunuz Almanya’ya düşüyor, oraya yerleşiyorsunuz, orada devam etme kararı alıyorsunuz. Her şey yolunda gidiyor ama olumsuz karşılaşılan durumlar da olmuyor mu bu süreçte?

Ben küçüklüğümden beri şarkıcı olmayı hayal etmiştim. İstanbul’da bunu için çabaladım, Almanya’ya yerleşince de çabalamaya orada devam ettim. Zorluklar yok mu peki, var elbette. 30’undan sonra gidiyorsunuz, başka bir dil konuşuluyor, dilini bilmediğin bir ülkede kendi dilinizde,  kendi ülkesinde bile statüsü olmayan bir dilde, müzik yapmaya çalışıyorsunuz. Bu bir çok zorluğu beraberinde getiriyor elbette. Avrupalılar Kürt müziğini nereye koyacaklarını şaşırıyorlar, Kürt müziği dese Türkiye tanımıyor, Türk Müziği dese bu sefer de Kürtleri yine yok saymış oluyor. İşin içine politika da giriyor. Tek avantajı ise ifade özgürlüğüne sahip olman. Müzik yaptığın dilden dolayı yargılanmıyorsun, ve bu önünde bir engel teşkil etmiyor.

Buraya göre oranın daha farklı sorunları var; bunlar nedir? Almanlar dünya müziği konusunda tutucudurlar mesela diğer Avrupalılara göre, Kürtçe müziğin dünya müzik arenasında bir yaşam alanı yoktu, bu yol yeni yeni Aynur ve benzeri sanatçıların sayesinde açılmaya başladı.

Mehmet Akbaş
Doğu enstrümanlarının yanı sıra batı enstrümanlarını eklediniz, vokale dayalı opera, geleneksel ve deneysel bir kombinasyon üzerine Mezopotamya aryaları söylediniz ve bu projeniz bir hayli ilgi gördü. Derken birçok festival bekledi sizi ve bu buluşmalar o günden bugüne devam etti, ediyor. Bu sentezin gidilen yerlerde bu denli ilgi görmesini, bundan sonra görecek olmasını, size kattıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl bir atmosferde yaşanıyor bu coşku.

Bir konserimin sürecini anlatayım mesela. Afişle ve oradaki başlıkla başlıyor her şey, üniversitelerden tutun da tüm her yere astık tüm bunları. Daha sonra gelenler “biz afişe geldik ama müzik afişin içini doldurdu” dediler. Genel olarak Kürtçe müzikte bazı kalıpların olduğu ve onun üzerinden gidildiğine inanılıyor, belki Kürtçe bir caz, rock ya da opera vs beklemiyor insanlar.  Bizi de o kategoriye sokmak istiyorlar ama yok öyle bir şey artık, dünya değişiyor, başka şeyler de denenmeli. Konser bu anlamda farklı bir ilgi gördü mesela. Avrupalılar da kendilerine ait bir şeyleri görmek istiyorlar çünkü, dilleri bilmeleri gerekmese de. Sonuç olarak, dinleyicilerimin profiline baktığımızda farklı kimliklerden, milletlerden insanların olması beni mutlu ediyor.

“Pia”nın yani albümünüzün anlamı beraberlik. İki CD’den oluşuyor ve iki ayrı isme, kadroya sahip. Öncelikle çok sık karşılaştığımız bir durum değil ama bütününde çok hoş bir güzellik. Her iki albümü de burada ayrı ayrı değerlendirelim istiyorum. İlk albümde Erdem Helvacıoğlu, ikinci albümde ise ise Phillpp Bardenberg ile çalışıyorsunuz.

Daha ben Türkiye’den gitmeden Erdem Helvacıoğlu ile görüşmeler, çalışmalar yapıyorduk, fikirler paylaşılıyordu ve benim gidip gelmemle bir şeyler için adımlar atılıyordu. 2007 yılında ilk demolarımı gönderdim, 2009 yılında da İTÜ Miam Stüdyoları’nda kayıtlar almaya başladık. Tabii maddi koşullar çerçevesinde ilerliyordu biraz da her şey. 2010 yılının başında artık hazırdı albüm. Başta olumlu bakıldı, beğenildi, yapılan işlerin dışında bir sound kulandığımız için, firmalar albümü basmak konusunda tereddütlü davrandılar. Türkiye’ye sık sık gelip gidemedim üstüne çok girişken bir yapıya da sahip değilim, bu yüzden bire bir görüşmelere yapamadım ve albümü elimde tuttum. Ta ki 2012’de Kalan Müzik’e gelip Sevgili Hasan Saltık’la görüşene kadar. Ama öte yandan da konserlerime devam ettim ve zor koşullara rağmen 2. albüme Philipp Badenberg prodüktörlüğünde başladık. Bu albüm sound olarak Erdem’le yaptığımız işten biraz daha farklı idi. Orient, pop, rock soundunun hakim olduğu bir şarkı yazarı albümü formatındaydı.

Daha sonra İstanbul’a Kalan Müzik’e gidildi ve albümleri birer yıl ara ile sunabileceğimizi önerdim. Ama double albüm önerisi de Kalan’dan geldi. Mantıklı geldi bu durum ve böylece 2012’nin Eylül ayında P!A müzik marketlerde yerini aldı.

Peki müzikte kimleri dinlediniz dünden bugüne kadar, yaptıkları müziklerden müziğinize ilham katanlar oldu mu ve yine müzik ve evrenselliği, ana dilde müzik yapmanın yeri bir başka öyle değil mi? Ama siz başka diller de biliyorsunuz ve ayrı bir zenginliğiniz de var, bunun etkileri ile de karşılaşacak mıyız, önümüzdeki günlerde siz adına bizi neler bekleyecek?

Sayamayacağım kadar çok isim dinledim ve haliyle hepsinden ayrı ayrı etkilendim, müziğim adına bir şeyler edindim. Anadilim dışında Kürtçe’nin diğer lehçelerinde, Farsça, ve Türkçe de şarkılar söylüyorum, bu benim için büyük bir zenginlik. Gelecek için de elimdeki imkanlarla şekillenecek projelerimi dinleyicilere ulaştırmayı hedefliyorum.

Mehmet Akbaş
Fuzuli’nin şiirlerinin sizde başka bir yerde olduğunu biliyoruz, şiirler ile aranız nasıl, şiirin müzikle birlikte ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz, yan yana getirmenin hassasiyeti nedir, nasıl bir ilişki vardır burada, neler yaşanır?

Doğruyu söylemem gerekirse şiir ile yatıp kalkmıyorum yani şimdiye kadar hayat bana tamamı ile edebiyatı derinlemesine araştırma vs. lüksünü vermedi. Ama elimden geldiğince takip ediyorum elbette. Fuzuli, Furuğ çok sevdiğim şairlerden evet edebiyat ile müzik hakikaten iç içedir, et ile tırnak gibidir. 90’lardan beri Zazaca günlükler tutuyorum, hatta bunları besteliyorum, bu şekilde edebiyat ve müziğin içinde olmaya çalışıyorum.

Dinleyicileriniz ile olan ilişkiniz bir hayli gerçek, samimi bir akışta diye hissediyorum, neler paylaşıyorsunuz onlarla, nasıl bir arkadaşlık içindesiniz. Türkiye’deki konser fikri nasıl gelişti, nasıl bir sahne hazırlandı, önümüzdeki günlerde de sizi sahnelerde dinleme şansını bulacak mıyız, bu geliş gidişler sıklaşacak mı?

Ben zaten herkes gibi yaşayan ama bir yandan müzik de icra eden bir insanım, doğal olarak sahnede de her zaman olduğum gibiyim. Albümün çıkışından 1 yıl sonra Türkiye’de İstanbul Jolly Joker’de ilk konserim gerçekleşti. Koşullar sebebiyle 1 yıl sonraya kalan bu konseri Ankara Nefes’teki konserimiz takip etti. Bundan sonra müziğimi dinleyicilerimle daha sık paylaşmayı elbette ki isterim.

 

Söyleşi: Zeki Çelik
Fotoğraflar: Kadri Karahan

Yeni bir soluk, yeni bir yorum, yeni bir ezgi getiriyorsunuz yüreklere. Peki sizin için avangart Kürt müziğinin asi sesi diyebilir miyiz? Böyle bir misyon yüklemek zor bir şey zira sadece Kürtçe müzik yapmak bile asilik olarak görülüyor zaten, Kürtlerin varlığını kabul etmeyenler için. Müziğimi yaparken ben sadece asilik olsun diye yapmıyorum, nasıl bir dünya düşlüyorsam, neyi yaşıyorsam kendi yazdığım şarkılarda da bunu dile getiriyorum, doğal olarak da bu alternatif bir söylem yaratıyor. Ve Mezopotamya. Dağ kültürü ve ova  kültürü içinde yaşayan Kürtlerin müzikleri hep farklıdır. Dağlık bölgelerde daha sert ve üflemeli enstrümanlar hakim iken, ova Kürtlerinde daha sakin bir ruh…

Genel Bakış

Kullanıcı Oylaması: 4.8 ( 7 oy)

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*