Müzik Ekspres rotasını bu hafta Almanya’ya çeviriyor ve müzik çalışmalarını orada devam ettiren Pina Berlin ile sizleri buluşturuyor. Pina Berlin; Bursa doğumlu bir Türk müzisyen olan Pınar Tatlıkazan. Maalesef ki yakın zaman öncesine kadar kendisinden ve müziğinden haberdar değildim. Yayınladığı yeni çalışması “My Man” vesilesi ile diskografisine göz attım ve geç kaldığım için hayıflandım, elbette hemen kapısını çaldım.
Çok uzun ama çok keyifli bir söyleşi okuyacaksınız ama ben kısaca biraz özetleyeyim. 2010 yılında mimarlık eğitimi için Berlin’e taşınmış ve lise yıllarında aldığı müzik eğitimine orada devam etmeye karar vermiş. Bu süre içerisinde birçok önemli müzisyenle çalışmaya ve her geçen gün müziği deneyimlemeye devam etmiş, derken sahnelere de taşımaya karar vermiş bu birikimini ve birçok sahnede konserler gerçekleştirmiş. Bu süre içerisinde şarkılarını bir bir dijital ortamda paylaşmaya da karar vermiş ki hatta bir CD bile yayınlamış.
Pınar, Pina Berlin sanatçı adı altında rock, folk, pop, caz, oryantal ritimler ve Brezilya müziğinden etkilenerek bestelediği müziğini “Motivasyonel-Progresif-Dünya-Popu” olarak tanımlıyor. Bir çok türe dokunan müziği ve kullandığı çeşitli vokal stilleri, Pina Berlin’in herkesi anlamaya çalışan, taraf seçmekte zorlanan, ülkelerin, mesleklerin, kültürlerin, bakış açılarının ve türlerin ortasında olma durumunu yansıtıyor. Herkesin yoğun olduğu ve giderek bireyselleşen bir dünyada Pina, dinleyicilerinin empati kurmasına yardımcı olmayı, müziği aracılığıyla pozitiflik ve umut yaymayı kendine misyon ediniyor ne kadar güzel değil mi?
Dünyada son yıllarda büyük acılar yaşanıyor, salgınlar, doğal felaketler, savaşlar, eskiden anılar biriktirirdik şimdi acılar biriktiriyoruz maalesef ve bu süreçte de bizi yine müzik iyileştirecek; o sebep olanı biteni bir yana bırakmak isterseniz ve sesine, şarkılarına kulak verirseniz kendinizi mutlu hissedebileceksiniz, ben haftaya bu olumsuz süreçte kendisini hem tanıyarak hem de dinleyerek başlayın diye tüm hepsini bu sayfaya bırakıyorum ve bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyorum. Yolumuz düşerse Berlin’de yolu düşerse İstanbul’da mutlaka bir konserinde de bir araya gelelim istiyorum.
ve bir not daha: Pina’nın son şarkısı biz bu söyleşiyi yayına hazırlarken, henüz üç gün önce yayınlandı ama detaylarını ve linklerini sayfamıza yetiştirdik. “Puppets İn the Crowd” sıcağı sıcağına tüm müzik marketlerde, çok seveceğinize inanıyorum hikayesini.
Kadri Karahan
Bursa doğumlusunuz ve İstanbul’daki eğitiminizin ardından Berlin’e yerleşiyorsunuz ve de hala orada yaşıyorsunuz. Her şeyin başladığı o yerden Berlin’in ilk günlerine gitmemiz gerekirse müzik hep var mıydı, vokal eğitiminiz de burada başladı değil mi, ve oraya gittiğinizde ilk adımlar nasıl atıldı devamında?
Evet müzik hep vardı, çocukluğumdan beri televizyon karşısında şarkı söylerdim, arkadaşlarımla dans koreografileri yaratırdık, koroda, gruplarda söylerdim. 15 yaşında lise için İstanbul’a gidince ve saksafon ve san derslerine başladıktan ve okulun caz-rock grubuna girdikten sonra daha farklı bir boyut kazandı ve müziksiz bir hayat düşünemez oldum.
O zamanlar her fırsatta Nardis Jazz Club’a gitmeye çalışırdık. Bir gün oradakilere kimden caz vokal dersi alabileceğimi sorduğumda bana Randy Esen ile konuşmamı söylemişlerdi ve onun önerisi üzerine önce klasik şan eğitimine başladım ve 3 yıl kesintisiz devam ettim. Fakat direkt müzik okumaya cesaret edemedim ve herhangi bir bölüm okuyup asıl hedef olarak müzik yapmak için Berlin’e taşınma kararı aldığımda, yine de yeteneklerime duyacak yaratıcı bir bölüm olarak mimarlığı seçtin. Tabii bu sonraki yıllar için biraz zorlayıcı oldu. Lisans döneminde bir üniversite grubunda söyleyip saksafon çalsam da mimarlık eğitimi 7/24 çalışma isteyen bir bölüm olduğu için müzik planları bir süreliğine rafa kalkmış oldu. Bir yandan da içim içimi yiyordu görev bilincim ve cesaretsizliğimden dolayı. Yine de, bir gün okul bitince ya da en kötü emekli olunca günün sonunda yolumun müzik olduğunu, biliyordum. Ama sonunda mastera başladığımda jam sessionlara gitmeye ve tekrar vokal dersleri almaya başladım. Şarkı yazmayı da o sessionların sahnelerinde öğrendim. İlk şarkılarımın çoğunu sabaha karşı ilhamlanmış bir şekilde ev yolunda otobüste veya trende yazmışımdır.
O dönemde hediye olarak gelen ukulele ile tanışmamla beraber asıl şarkı yazma dönemi başlamış oldu. Sonrasında Amerika’daki değişim dönemimde caz bölümünden aldığım derslerin motivasyonu ile 2015’te Almanyadaki caz vokal bölümlerine hazırlanmaya başladım.
Pina Berlin tam da o süreçte mi doğdu ve tam olarak neyi hedefledi, içindeki müziği hangi renkler, dengeler üzerine kurdu peki. Burada Türkiye’de yaşadığınız süreç ve Berlin’de başlayan yeni hayat birbirini nasıl tamamladı. İlk kimler karşınıza çıktı, neler bekledi sizi müzik adına?
Pina Berlin, 2015’te tam olarak bahsettiğim değişim döneminden Berlin’e, Bursa ve İstanbul’dan sonraki üçüncü evime, geri döndüğüm hafta doğdu. Massachusetts’de caz bölümünde ve New York&’ta jam sessionlarda kendimi gerçekten ait hissettiğim bir ortam olduğunu ve Berlin’i de özlediğimi fark edince müzisyen yanımı ortaya koyma amacıyla ilk iş şarkılarımı paylaşmak için bir facebook sayfası açtım.
Pina Berlin’in ilk amacı kendini ifade etme ve anlaşılma isteğiydi. Kendini çalışkan mimarlık öğrencisi etiketine yapışmış, müzikle ilgili hayallerini ağlanmak ve söylenmekten ileriye götüremeyecekmiş gibi hisseden bir Pınar’ıın bütün yanlarını gösterme çabasıydı biraz da. O sırada katıldığım müzik okullarına
hazırlık kursu sırasında Andreas Schmidt, Céline Rudolph ve Martina Gebhardt gibi pek çok iyi müzisyen ve hocayla çalışma fırsatım oldu. Bu dönemde Bursa ve İstanbul’da Göknur Kara ve Tülay Uyar’dan aldığım klasik şan eğitiminin ve lisedeki grup deneyiminin çok faydasını gördüm. Sınavlarda okullara girişi ucundan kaçırdıktan sonra mimarlık tezimi toplumsal mekanda ses ve görsel algının birbirini nasıl etkilediği konusunda bir tez yazarak iki alanı birleştirmeye çabaladım.
Ancak asıl sonrasında bir mimarlık bürosunda işe başladıktan ve iş hayatı rutinini yaşadıktan birkaç ay sonra tekrar jam sessionlara dönünce o zamandan beri beraber projelerde çalışma şansı bulduğum müzisyenlerle tanıştım ve bir manouche swing ve bir de türkçe parçaları caz ve improvizasyon bazlı formlarda
yorumladığımız iki grup kurduk. Bu süreçte Utku Yurttaş, Yurdal Çağlar, Turgay Ayaydınlı ve Aziza A ile de güzel çalışmalarımız oldu. Aynı zamanda kendi şarkılarımı solo setim olan ukulele saksafon ve looper ile çalmaya başlamıştım. Sonunda 2019’u 2020’ye bağlayan yılbaşı artık grubumu kurup şarkılarımı kaydetme dileği tuttum be bir hafta sonrasında yine bir jazz sessionda albümün prodüktörü multi-enstrümantalist Fico Jessen ile tanıştım.
Müziğiniz aracılığıyla dinleyicilerinin empati kurmasına, pozitifliği ve umudu yaymasına yardımcı olmayı kendinize misyon ettiğinizi öğreniyoruz. Bir yandan da aldığınız mimarlık eğitimi sizin müzik deneyimini görsel alanla birleştirme ihtiyacı ve ilhamı uyandırıyor. Yani bir şekilde sadece bir yorumcu olmaktan çıkıp sahnenizi, şarkılarınızı bir konseptin içine dahil ediyorsunuz şeklinde mi devam ediliyor. Evet tam anlamıyla öyle. Ergenlik yıllarımda film yönetmeni olmak istediğim zamanlarda sinema sanatının ses, görüntü ve hikaye ile birçok duyu ve duyguya dokunması beni çok büyülerdi. Bir duyguyu ve hikayeyi anlatmanın en iyi yolunun bu bütüncül yaklaşımlar olduğu aslında çoktan birçok sanatçı tarafından anlaşılmış durumda. Tiyatroda oynadığım zamanlarda da sahnenin ve görselin hikayeye olan etkisiyle canlı bir olaya gerçekten dahil olmanın, o duyguyu direk yaşamanın büyüsünü müziğimle de yapmak istiyorum. Şarkılardaki kompleks duyguları aynı zamanda elimdeki bütün imkanlarla iletebilmek ve dinleyenin kendi karmaşıklığını şarkıda bulup onun yardımıyla irdeleyebilmesini istiyorum. Bundan sonraki aşama görselliği ve hikaye anlatımını sahneye de taşımak. Amacım hikaye ve görselliğin müzikle kontrastı ile ön yargıları kırmaya yardımcı olmak.
Devam eden sahne yolculuğu şarkılarınız ile resmi buluşmadan önce birçok isimle çalışmalar ile de devam ediyor, Bir şekilde aslında eğitiminiz hiç bitmiyor, bir şekilde de müziğe iyiden iyiye ısınma turları oluyor bu. İlk şarkınız “I’ll be Missing You” 2021 yılında yayınlanıyor. Tam olarak nasıl hazır hissediyorsunuz kendinizi bu büyük buluşmaya, devamında neler oluyor, nasıl tepkiler geliyor şarkınıza?
İlk şarkım “İ’ll be Missing You”yu yayınlamak benim için büyük bir heyecandı. Çıktığı sırada yaklaşık 6 aydır albümün demolarını kaydediyorduk ve prodüksiyonun diğer aşamalarını karşılamak için bir albüm ön satış ve destek kampanyası başlatma planımız vardı. Bu kampanya başlamadan önce bütün dinleyicilere albümün nasıl bir tınısı olacağını göstermek ve aklımdaki ses dünyasını, şarkıların potansiyelini ve hedeflediğim profesyonelliği bu ilk yayın ile kanıtlamak istiyordum bir yandan. O zaman hala çalıştığım mimarlık bürosundaki iş arkadaşlarıma da sonunda müzik yaptığımı söylediğim bir dönemdi. Ben buyum demenin ilk aşamasıydı. Ve şarkıya gelen tepkiler çok güzeldi. Corona dönemi olduğu için lansmana online bir canlı yayın partisi yapmıştık. Bu herkes için ilginç ve güzel bir deneyim oldu. Ardından başvurduğum yarışma ve festivallerden final adaylıklarının gelmesi de yaptığımız ise güzel bir onay ve motivasyon olmuş oldu.
“Motivasyonel-Progresif-Dünya-Popu" diye tanımladığınız müzik / single yolculuğunuz aynı yıl ve devamında da kapımızı çalıyor ve peşi sıra yeni çalışmalar birbirinizi izliyor. Bu süreçte sahnelere de ağırlık veriyorsunuz ve müziğiniz her geçen gün daha çok kitleyi bir araya getiriyor. Orada olmak nasıl bir duygu, sahne sizin için nasıl bir atmosfer ve orada neler yaşanıyor, nasıl bir repertuar bekliyor dinleyiciyi?
Sahne aslında benim bu işi yapmamın neredeyse ana sebebi. Çocukluğumdan beri canlı konserlerde bizi hikayenin içine alan, günlük rutinden çıkarıp düşündüren, ana getiren her konser ve tiyatro gösterisi benim durmadan düşünen beynime o kadar iyi gelirdi ki bende bunun içine girip bana iyi geleni ben de sunmak istediğimi farkettim. Ve corona zamanında hiç konser vermeden sadece stüdyoda kaydederken şarkıları, ardından miksaj döneminde detayları ve bürokratik kısımlarıyla uğraşırken bazen kendimi sorguladığım anlar da olmadı değil. Yaptığımız işle yarattığımız ses dünyası ile gerçekten gurur duyuyorum ve çok eğlenceli yaratıcı bir süreç geçirdik ama hiç bir şey beni bu şarkıları dinleyiciler karşısında canlı söylemek kadar mutlu etmiyor. Albümde dinleyiciyi bekleyen, şarkıların tarzlarının ve hikayelerinin da çeşitli olması dolayısıyla “İ’ll be Missing You” ile hüzünlenip iki gözyaşı paylaşırken sonrasında “There iş Always Hope” ile bir kendine inanma motivasyonu yaşayıp ardından da “Puppets in the Crowd”hep beraber kendimizi toparlayıp beraber eğlenebildiğimize şükretme moduna kadar uzayan bir duygu bolluğu.
Konserlerde şarkıların neredeyse yarısında dinleyicileri belli bölümlerde beraber söylemeye davet ediyorum. Beraber şarkı söylemenin yarattığı grup, bağlanma ve ani paylaşma duyguları benim için müziğin en büyük sihri, iyileştirici gücü, ve giderek hayatımıza giren yapay zekanın yerini dolduramayacağı yegane şeylerden biri.
ve şimdi benim de sizinle tanışmama vesile olan yeni çalışmanız “My Man”e gelelim. “Bu şarkı bir tarafın pek konuşmadığı, diğer tarafın ise kendini rahatlatmak için onun ne düşündüğünü görünüşünden anladığını söylediği bir ilişki hakkında” diyorsunuz ve ekliyorsunuz: Bu şarkı ile adeta zamanda yolculuk yapıyorum. Aslında söyleşimizin başından beri biz de sizinle o yolculuktayız ama bu şarkı için bir kere daha özet yapalım, nasıl doğdu, nasıl hayata geçti, kimler ve neler ilham oldu burada size en çok?
“My Man”ı 2014 yazında yazmıştım. Sürekli şikayet etme modunda olduğum bir ilişkinin yarattığı ruh halini biraz hafifletmek, kendimi biraz tiye almak için yazmış olmalıyım. 90’larda belki de o dönemde çocuk olduğum için hayatın biraz daha hafif ve pozitif olduğu pembe dizileri arkadaşlarımızla telefonda konuştuğumuz, pop müziğin en eğlenceli döneminden birini yaşadığı bir dönemin duygusunu aramışım aslında sonradan bakınca. Esinlendiğim isimler Shakira, Thalia, Natalia Oreiro’nun yanı sıra Sezen Aksu, Sertab Erener, Yaşar ve tabii ki de Tarkan. Bu şarkıyı yazılısının 7 sene sonrasında kaydetmeye başladığımızda da İspanyol asıllı prodüktörüm Fico Jessen’le de soundu çok konuşmadan nasıl olacağını biliyorduk. 90’lar Türkçe popun nasıl da İspanya ve Latin müziklerinden esinlendiğini görünce çok şaşırmıştı. Kayıt süreci de pek eğlenceliydi.
Aslında bu şarkı ve yayınladıklarınız bir de ilk albümün habercisi sanırım öyle mi, bir araya geldiğimizde ortada kocaman bir hikaye olacak ve ve … Hadi siz anlatın lütfen devamını, çok güzel bir heyecanla karşı karşıya kalacağız öyle değil mi? Albüm projesi ne zaman kapıları çalacak, dinleyicilerinizi ve sizi ne gibi sürprizler bekleyecek. Devamında mesela neler olsun, hayalleriniz nedir müzikte geleceğe dair.
Evet 20 Ekim’de yayınlanan son tekliden sonra 10 Kasım’da da ilk albümüm yayınlanacak. Gerçekten çok heyecanlıyım. Bu 13 şarkılık albümün her şarkısı biraz sürpriz gibi aslında.
Mesela klasik rock bir parçanın yanında yaylı dörtlüsü ve kanunla çalınmış bir tango da duyacak dinleyiciler. Belki biraz şizofrenik bir durum ama şu günlerde hepimiz o moda gelmedik mi? Başka bir sürpriz de albümdeki parçalar arasında tamamını kendim yaptığım bir demo. Bu demo albümün destek kampanyasında kişiye özel şarkı siparişi veren bir arkadaşıma armağan ve albümün bitiş şarkısı olarak benim için çok değerli. Bana asıl sürpriz albüm çıktıktan ve lansman türü bittikten sonra nasıl bir his içinde olacağım olacak.
Daha şimdiden çok mutlu ve gururluyum ama açıkçası son 4 yıl boyunca deli gibi çalışıp 15 yıllık bir hayali gerçekleştirdikten sonra beni ne bekliyor çok merak ediyorum. Aslında daha kaydetmek istediğim yeni şarkılarım hazır ve aklımda bir sürü yeni proje var ama bir durup o yeni başlangıç anını hissetmek istiyorum. Yeni şarkılar ve müzik projeleri dışında son beş yılda kazandığım beden ve ağrılar hakkındaki deneyimleri ve bedeni dinleme pratiğinin sesimi, özgüvenimi nasıl geliştirdiğini ihtiyacı olanlarla paylaşmak istiyorum. Bildiğim bir şey daha var, o da daha çok sanatçıyla ve farklı projelerle müzik yapmak, yaratmak ve daha çok sahne almak istediğim. Beraber şarkı yazma veya farklı işbirlikleri yapma fikri beni şu an çok heyecanlandırıyor.
Youtube sayfanızda Türkçe yorumladığınız coverlar ile karşılaştım ama genel olarak baktığımızda şarkılarınız İngilizce. Mesela bu durum size mutlaka soruluyordur da, şarkılarımız ile aranız nasıl. Kimleri dinliyor, kimlerden ilham alıyorsunuz, bildiğim kadarı ile Elif Çağlar da dahil olmak üzere çalıştığınız Türk müzisyenler de var. Bize dair projeler var mı mesela önümüzdeki günlerde ya da çalışmak istediğiniz isimler.
Kesinlikle var. Eylül’de Bova Sahne’de muhteşem müzisyenlerle beraber çaldık ve hem müzisyenlerle hem de organizasyon konusunda bu kadar da kendimi rahat hissedeceğim bir ortam olacağını düşünmemiştim 13 yıl yurtdışında yaşadıktan sonra. O günden sonra Türkiye’de daha çok iş yapmak istediğimi kafaya koydum. Bova’da beraber çaldığımız Maya Müz, Bora Çeliker, Mariana Karatepe, Aydın Balpınar ve Can Tüfekçioğlu ile önümüzdeki yılın bahar ve yaz ayları için İstanbul ve bazı sürpriz yerlerde yeni konserler planlama çalışmaları devam ediyor.
Onun dışında Türkiye’de takip ettiğim pek çok müzisyen var tabii ki, hepsini buraya sığdırabileceğimi sanmıyorum. Ceren Temel, Çağıl Kaya, Randy Esen ve sevgili arkadaşım Cansu Tanrıkulu’nun çok ilham verici işleri var. Özellikle şarkı yazarları ve prodüktörlerle işbirliği yapmayı çok isterim. Mesela sevgili arkadaşım İrem Arslan, onun dışında Umut Çetin ve Kaan Arslan bunlardan bir kaçı. Onun dışında aslında kendileri de müzisyen olan lise arkadaşlarım Atahan Çiftçi, Orkun Akyol ve İlter Ünal’ın işlerini çok beğeniyorum ve bir gün beraber çalışmayı çok istiyorum. Elif Çağlar’ı zaten bir fan olarak takip ediyordum ve müzik olarak da çok yakın hissettiğim bir besteciydi ve onunla çalışmanın hem bilgisi hem enerjisi açısından bana çok faydası oldu. Onun üzerinden Can Çankaya’dan da ders almaya başladım ve bu yaz katıldığım Caz Kampı’nda, Ece Göksu, İmer Demirer, Tamer Temel gibi hocalardan öğrenme şansı bulduğum için ve bu beyin açıcı deneyimler ve dersler için çok müteşekkirim.
Şarkılarımı neden İngilizce yazdığımı soran çok gerçekten de. Neden Türkçe veya Almanca yazmıyorsun deniyor. Türkçe şarkılarım var aslında ama henüz yayınlamak için kendime güvenemedim, hala o kadar çıplak hissedebilecek cesaretim yok sanırım. Yabancı dilde yazarken hata yapma özgürlüğü beni yaratıcı süreçte çok özgürleştiren bir element, eleştirel iç sesim çok konuşamıyor bu durumda. İngilizce sözlü müzikler dinleyerek büyümüş olmanın etkisi olduğunu düşünüyorum, o dilin müzikte kullanımı beynimde çok yer etmiş olsa gerek. Bir de şarkıları İngilizce konuşulan jam sessionlardan eve giderken yazmamın etkisi de olabilir. Ama aslında yaptığım müziğin gerçekten bizim coğrafyamızda ne kadar hitap ettiğinin farkındayım. Farklı türleri birleştirmenin bizim gibi kafası karışık ve çok kültürlü bir ülkenin insanları için farklı bir çekiciliği var. Bunu Türkiye’deki dinleyicilerimle açıklamasız paylaşabilmek benim için çok mutluluk verici. Öte yandan yurt dışında belli kalıplara konulup ön yargılı tavırlarla karşılaşmamıza karşı tek çözüm olarak gördüğüm, bu çeşitliliği ve kontrastları gösterip bu önyargıları çoğu kişinin kalkansız yaklaştığı müzik ile kırabildiğim anlar bana ayrı bir gurur ve doyuruculuk hissi veriyor.
Bu albümdeki Türkçe ve Almanca sözleri olan tek parça “İm Suden / Güneyde”, onun da özleri Friedrich Nietzsche’nin bir şiirinden ve Ahmet İnam’ın yaptığı ve Say Yayınları’ndan yayınlanan Şen Bilim kitabındaki Türkçe çevirisinden. Gelecekte daha fazla çok dilli parça yazmak istiyorum. Bu albümden bazı parçaları Türkçe sözlerle de yayınlama fikri geliyor bazen. Bazı skeçlerim var ama henüz tamamlanmış değiller, belki biraz yardıma da ihtiyacım olabilir, var olan şarkıları çevirmek pek kolay değilmiş sahiden.
Henüz çok yeni şarkınız “Puppets İn The Crowd” ile ilgili de konuşalım mı peki :)
“Kalabalıktaki Kuklalar anlamına gelen bu şarkıyı, Berlin’de uzun bir jam session gecesinin ardından sabahın erken saatlerinde bir metro yolculuğunda yazdım. Partiden dönen insanlardan, işe gidenlere ya da evsizlere kadar farklı türden insanların sabahki ruh halleri birbirine benziyordu. Herkes biraz yorgun ve tıpkı kuklalar gibi trenin tavanından sarkan metal direklere asılı ve biraz hüzünlü bir havaları vardı. Biraz da kalabalığın içinde yalnız hissedip ve tanıdık ya da gülümseyen bir yüz görmeyi umuyorladı belki. Sonunda herkes trendeki durmuş zamandan çıkıp dertlerini unutup gidecekleri yere yetişme derdine girip şehrin çılgın kaosuna katıldığında asıl parti o zaman başladı.
ve finalde yine biraz müzikten, biraz hayattan kısa sorular;
Hayatınızın şarkısı nedir mesela?
Lise zamanında deli gibi Pink Floyd’un “Echoes” parçasını dinlerdim. Bana hayal gücü ve özgürlük hissi verirdi. O şarkıyı dinlerken kaç kısa hikaye yazmışımdır. Ama dinlediğimden beri beni bırakmayan bir şarkı var “For Alll We Know” isminde bir caz standardı. Yarın olmayabilir bir şey yapacaksan zamanı tam şimdi şeklinde anladığım albümün kaydına ve işi bırakana kadar ara ara hatırladığım ve beni ekleyen bir şarkıdır.
İlk aldığınız albümü peki hatırlıyor musunuz?
Tarkan’ın “Ölürüm Sana”, ya da Britney Spears’ın “Baby One More Time” kasetleri olsa gerek. Hala evde rafta duruyorlar.
Son yıllarda yayınlanan çalışmalar içinde kimleri başarılı buluyorsunuz?
Yebba, Youssef Dayes, Gaye Şu Akyol, Derya Yıldırım ve Grup Şimşek, Lalalar, Becca Stevens’in Ara Dinkjian’ın da bulunduğu Secret Trio ile çalışması, Michael Mayo, Säje, Kit Sebastian, Tolyqyn, Nubya Garcia, Jacob Collier…. Daha sayabilirim ama ilk aklıma gelenler bunlar.
Gündelik hayat nasıl, mesela hayatınızın diğer renkleri nelerdir?
Geçen yıldan beri düzenli olarak vokal öğretmenliği yapmaya başladım ve beni çok besleyen ve anlatacağım şeyin çok olduğu bir alan olduğunu fark ettim. Mimarlıkta çalışırken işten eve hiç böyle enerjik dönmezdim öğrencilerin kendileri ve sesleri hakkında yeni şeyler keşfedip, motive ve öz güvenleri artmış bir şekilde eve dönmeleri beni çok mutlu ediyor. Gerçi bu yine müzikle alakalı oldu. Aslında son birkaç yıldır deli gibi çalışırken hobilerimi unuttum neredeyse, ve şu an beslenmek ve dengelenmek için onlara tekrar dönmeye çalışıyorum. Resim ve el işini çok seviyorum, mesela Pina Berlin’in teklilerinin ve albümün neredeyse bütün grafik tasarımı ve video editleri benden. Konserlere getirdiğimiz bez çantaları da arkadaşlarımla kendimiz yapıyoruz. Onun dışında yoga ve nefes çalışmaları vazgeçilmezlerim, unutsam bile bedenim bana direk hatırlatıyor. Ayaklarımdaki ağrılar da da artık baya iyileştiğinden beri tangoya da tekrar dönmek istiyorum. Bir gün tiyatroya da dönmeyi çok istiyorum. Onun dışında bazen şehir planlama çalışmalarının mahalle katılım workshoplarında moderasyon ve grafik tasarım işleri alıyorum.
En çok kimin konserinden, sahnesinden etkilendiniz?
Sezen’i çok küçükken Bursa Açıkhava Tiyatrosu’nda izlemiştim, çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Kenan Doğulu'nun İhtimaller konseri de baya ilham vericiydi. Lisede teneffüslerde vokal emprovizasyon denediğim zamanlarda dalga geçen arkadaşlarıma bak Kenan Doğulu da “Kandırdım” şarkısında yapıyor derdim. Sheila Jordan’ı 2015’te canlı izleme şansım olmuştu, “For All We Know” parçasını da ondan duymuştum ilk kez, baya ağlatmıştı yorumu, sesindeki duygu yoğunluğu. “I’ll Be Missing You”ya aslında o deneyim ilham olmuş olabilir, tam o aralarda yazmıştım. Tarkan’ı Berlin’de izlemek baya çılgındı. Bir insan Tarkan’ı anca 26 yasında izler mi? Hayranlığım ve saygım 10 katına katlanmıştı. Bir de lisede bir caz festivalinde Jonas Knutsson’un konserinin beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Nordik cazdaki halk müziği elementlerinin bu kadar dokunabileceğini düşünmemiştim hiç.
Plaklar, kasetler, cdler, dijital müzik… hangisi en keyif aldığınız?
Dijitalde herşeye ulaşıp direk listelerime eklemeyi çok seviyorum aslında ya da bazen bir şarkılı loopa almayı hehe. Ama dikkati biraz çabuk dağılan bir insan olduğum için dijital platformlarda bazen “aa bu şarkı bana şunu hatırlatıyor” diye başlayıp albümü bitirmeden kendimi çok başka yerde bulabiliyorum. Ya da moduma uyacak müziği bulana kadar baya zaman geçirebiliyorum. Bu sayede pek çok güzel yeni müzikle de karşılaşma şansım oldu ama bazen plak takip tamam şimdi bunu dinliyoruz demek bana çok rahatlatıcı geliyor. Ya da arabada CD. Albümü elinde tutup açıp sözlere falan bakmak tabi insanı çok daha içine
alıyor. O yüzden kimsede CD çalar kalmamasına rağmen ben de albümümü CD olarak bastırdım. Yeni arabalara da CD çalar koymuyorlarmış artık, bu beni baya hayal kırıklığına uğratmıştı.
Dinleyicileriniz ile aranız nasıl, onlara neler söylemek istersiniz?
Dinleyicilerimle çok samimi olmak istiyorum. Sosyal medyada da sadece profesyonel güzel fotoğraflar yerine zor anları, hayal kırıklıklarını ve insan halimi de paylaşmaya çalışıyorum ve gelen tepkilerden birbirimize nasıl destek olabileceğimizi görmek beni çok mutlu ediyor. İnsanları başarısızlıktan korkmamaları konusunda cesaretlendirmek istiyorum. Aksine, araştırmanızı planınızı yapın ama bunu hayata geçirmeyi unutmayın, gerekiyorsa hata yapın, onlardan ders alın, risk alın, başarısız olun, öğrenin ve tekrar deneyin, ya da envazından denedim diyebilin. Bu şekilde, en azından hayatınız boyunca midenizde bir taş
taşıyor gibi hissetmezsiniz. Çünkü aslında bu hayatta yapmanız gereken şeyi içten içe bilip amacınıza, hayallerinize bir şans verme cesaretini asla gösterememek insanı katılaştırıp uyuşturuyor. Yarın ölürseniz, bilin ki hayatınızı dolu dolu ve tamamen kendinize ait olarak yaşamak için elinizden gelen her şeyi yaptınız. Hayatı asla hikayeyi başkasının anlattığını hissederek yaşamayın.
Peki onlar için bir de şarkı seçmenizi istesek finalde hangisi olurdu bu?
“There is Always Hope”. Dileğim bu şarkının umutsuz veya ilhamsız bir anlarında dinleyicilere enerji, pozitiflik ve umut vermesi.